Pazartesi, Kasım 28, 2005

...

Biri sustu diğeri bozuldu

Biri bozdu diğeri bozuldu

Bozuşan mı vardı da susuldu?

Yoktu, susan zaten sırf işteş olmamak için sustu

Biri sustu diğeri düşündü.

Çok düşündü çok söyledi,

Hatta derim ki, biraz fazla söyledi.

Zaten düşününce;

Ona neydi ki konuştu?

Ona mı susulmuştu da konuştu, bas bas bağırdı ortada, herkesi kendi gibi istedi? Yahu bu adam durup dururken niye karıştı elin ‘sus’una?

Çok sürmedi o da sustu.

Susmak ne zamandan beri “hiçbir şey yapmamak” oldu?

Dün olmadı

Sonra oturdu,

Kıyasladı konuşan her şeyi,konuştuğu her kişiyi.. kabahati buldu.

Kabahati buldu ve bu yöne doğru bitmeyen cümleler savururken,

İşin sadece üzünç kısmını kendi avucuna koydu.

Koydu ya neye yaradı?

(Aaaa.. ama öyle deme şimdi! İrkildi, kendine geldi

Oturup düşündü, yiğidin hakkını yiğide verdi

Her şeyin yerini tekrar eski yerine getirdi

Yok, henüz getirmedi, şu an için sadece biraz gerildi..

Sadece susmamak, tepki vermek istedi

En azından değer verdiği için susmamak gerekliydi )


Yine de; Ona neydi ki? Sustukça ona sıra gelecek miydi? Susmasın mıydı?

Sırasını bekleyemezdi

Böyle sıra istemezdi, istemedi



Sadece,

Bu adam bugün burada biraz “şiirsel adalet” istedi !

Dilekçesini yazdı, çekti gitti.

Salı, Kasım 22, 2005

"Kapı"lın!

Yazmaya başlamak için zamanlar bekliyoruz. Niceliksiz zamanlar. Gaip zamanlar..Sanki kutsal imge imparatorluğunun katiplerinden biri bir gün omzumuza dokunup ülkesinin kapılarını bizim için ardına kadar açtığını söylerse eğer, o kapıdan içeriye şöyle yakışıklı bir giriş cümlesi edinemeden, göğsümüzü taze bir hevesle dolduramadan girmeyi içimize sindiremiyoruz.
Hazırlıksız yakalanmamak için de katip çağırma seanslarına ancak bu güveni hissettiğimiz zamanlar niyetleniyoruz. Ama olmuyor, olamıyor ki..
Beklenen zamanlar gelmez” der buradaki insanlar bu durum için bir yandan umudu incitmemeye özen göstererek. Sırf beklediğimizden…Ve anladım ki insan böylesi bir durgunluktan kopuveren, ani bir koşuya hazır değilmiş.. güya “katiplerin” söyleyişinden. Rivayet olunur ki kim bu kapıyı düşlemeyip, alabildiğine yağız bir koşuya başlarsa, ona tüm kapılar kendiliğinden açılır, peşine arzuladığı yoldaşlar takılır, yorulana kadar koşmasına izin verilirmiş umursanmaz saatlerce.. Yine buradakiler buna “zaman kaybı !” diyorlar en basitinden.. Bazıları ise: “Yeni bir zaman işi bu !” Ürettiğinde görünmeyen, tembelliğinde ise geçmek bilmeyen..

Şimdi ben böyle anlattım ya, geçmek istedim, koşmak isteyiverdim hemen pervasızca bu düzlükten. Fark etmez patika ya da en tümseklisinden.. Ve sırf bir anlık katip heyecanı gelip bastırmasın hevesimi diye kapatmam lazım gözlerimi sıkıca. Adımlarım birbirini görmeden yollanmalı ileriye, cevap vermeli ilk şiddetli arzuma.. Koşmalı, koşturmalı bu yolsuz topraklarda en yağız atların çevikliğinde.. Hani elimde de her ısırıkta iliğime kadar tadını hissettiğim kaymaklı, kocaman bir dondurma olsa şöyle..yaladıkça her zerrenin içimde yeni bir hevesi beslediğini düşünsem..Sonra daha da acıktırsa bu beni, acıksam.. Her açlık yeni bir tadı, her tat ise yeni bir düşünceyi koparsa ağaç dallarının en gevrek, en alaca renklisinden.

O zaman hiç doymadan, ağzımın suyu aka aka kurduğum hayalleri hayatım boyunca tok yaşamaya yeğ tutardım doğrusu…


Ekim 05

Pazar, Kasım 20, 2005

Şiirler gibiydik, eskiyiverdik..

“Divana uzanıp da bir roman okumaktan daha hoş bir şey olmaz” demiş geçen yüzyılın epik yazarlarından biri durgun ve sakin anlar bekleyen metinler için. Walter Benjamin ise bunun üzerine epik tiyatroyu incelerken karşılaştığı bu söz üzerine şu yorumu yapmış: “Bu söz edebi bir eserin okuyucusunu ne denli gevşetebileceğini ortaya koyar. Dramatik bir gösterinin izleyicisini ise tam tersi bir biçimde canlandırırız gözümüzde. Varlığının tüm hücreleriyle bir süreci yoğun olarak izleyen bir kişidir söz konusu olan”. Zaten şöylece bi dönüp kendimize bakacak olursak bu metinler için durgun ve sakin bir anı bekleyenin bizler olduğu gün gibi açıktır. Ayrıca bu eleştriye Brechtyen düşüncenin bir cümlesi olarak bakmaktan çok, tiyatral ögelerin düşünce üzerinde yarattığı değişimi göstermesi açısından yaklaşmak daha doğru sayılabilir.

Ben de oturdum nedense bu işi dert edindim. Başladım düşüncelerimi geliştirmeye, düşündükçe şiirsel olan herşey doğrultusunda ilerlemeye. Açıkçası metinlerden pek öteye gitmedim şimdilik. Şiirselliğin bu kavramın önemli bir argümanı olduğunu, hatta vazgeçilmezliğinin açıklığı beni dayanılmazca bağladı bu konuya. Artık görmek istediğim ilk şey, şiirleri biraz daha hissetmek için onun kendi tutsaklığından kurtarılması ve hayata biraz daha yakınlaştırılması oldu. Peki ya şu anki durum nedir ki bir tutsaklıktan bahsediyorsun dersen.. sanırım artık şiirlerin gitgide daha sessizleştiğini ve bireyselleştiğini düşünüyorum.

Oysa şiir haykırmaktır! (Bunu da hatırlıyorum).

Dizeler nasıl olup de alt alta, üst üste tomarla kağıt yığınları arasında sıkışmışken, metinlerdeki hapsolmuş sesleriyle haykıracaklar?

Biz onları açmadan onlar bizi nasıl açacaklar?

Hangi geometrik şekle sahip olursa olsun, bu ahenk dolu öyküleri ilelebet kağıtların tekdüze ve beyaz yorgunluğuna göz göre göre terk edebilir miyiz? Bence hayır. Eğer oturur, kalkamaz bir yorgunlukta kalıyorlarsa da temel etken tamamen onların türü ya da şekli değil sanırım. Bir açıdan da sorun okuyucunun (bazen tüketicinin) kabullenme şekli. Gündelik hayatın akış hızı ise bunun en büyük destekçisi. İnsanlar birbirlerine ne kadar şiir okuyorlar artık? Onlara bir ses, bir nefes vermekten kaçınır oldu kağıtları, kitapları olduğu gibi kabullendikten sonra. Cesaretimiz azaldı ve bizim cesaretimiz azaldıkça şiirlerin melankolisi arttı. Zamanla “birey”e hitap eder oldu. Hatta bireyin bile özel zamanlarına..Öyle ki şiirler de kendi ortamlarını yaratmakla mükellef oldular. Sonra her şey "özel"ce şekillendi.
“Ölü Ozanlar Derneği”ni izledikten sonra kaç kişi oradaki paylaşım tutkusunu hissetmiştir fakat kaçımız bunu hayata geçirebilmişizdir? Düşlerimizin dönüşemediği toplu bozgunlardan korkmuşuzdur hep. Fakat işler böyle olunca herkes bu bozgunları kendi payına yaşamaya başlıyor ve inançsızlık bu çıkmazın hem güçlü bir sebebi hem de makus sonucu oluyor.

Sahnedeki şiir açlığının giderek hissedilmesi, şiirin tek başına sahnelemeyeceğinin bir tabuya doğru gidişi ile sonuçlanmaya gebe bir durum. Ben bu durumu bir “sanatsal tür” sorunsalında düşünüyorum ve "isimlendirmek" eylemine uzak kalmayı tercih ederek düşüncemi sonuçlandırıyorum. Çünkü isimlendirmek veya karşılaştığımız herhangi bir şeyi tanımlama konusunda harcadığımız çaba, bırakalım tiyatro, müzik ya da edebiyat ayırdını, kendi içinde bile türleşmemiş şeylere zamanla izin vermez hale geliyor. Mesela yazılar için uygun yerler bulma hassasiyeti gibi.. Sanki sanat bir dükkan(!) ve içinde her yazılanın gidip yerini bulduğu bir çok raf var. Bir mekan tanımlanması olarak bu raflar bazen beyaz sayfalar, kimi zaman sahne, ama ne yazık ki çoğu zaman TV ekranı oluyor.

Bir isyan cümlesi değil ama sanatın artık hep belirli kalıplarda düşünülmesi, artık yenemediğimiz bir dürtünün sonucu gibi geliyor bana. Çünkü tüketim bizler için oldukça cazip ve “isimlendirmek”, varolan seçenekleri çoğaltmak adına çok iş yapan bir edim iken bunlardan hiç haberimiz yokmuş gibi yaşamak bir o kadar komik kalıyor.

Peki şimdi tam böyle kısır bir ortamda sanatsal üretimin sıkışık tanımlarla hapsedildiğini kabullenmişken birileri çıkıp, sanatta bir “harmanlama” teşebbüsünde bulunarak "özgünlük"e ulaştığını ilan ederse buna ne denir? Ustalık mı? Kurnazlık mı?
Yani bu kadar kolay olan neydi de bir anda özgün bir fark yakalanabiliyordu? Sanatta kendi elimizle isimlendirdiğimiz farklı disiplinleri bir arada kullanmak "özgünlük"ün göstergesi olmaya yeterli miydi? Bu ayrımı yapan da biz değil miydik en başta, şimdi de bundan kurnazca yararlanıyoruz!

Hani oturup dert edinmiştim ya bu meseleyi. Sonunda: Düşünce sınırlarını kaldırıp, “sanatta harmanlama” sloganına kapılmak yerine içten geleni kalıplara, normlara takılmadan söylemeli insan. dedim ve işin içinden çıktım. (biraz da sıkıldım, ondan)

Şiir metinlerine hapsedilmiş ses kavramı da bu metaforu doğrular cinsten oldu böylece. Bu yüzden tiyatroda şiir estetiğinin daha fazla hesaba katılmasının ya da en azından bunun hatırlatılması konusundaki ısrarcılığının gerekli olduğunu düşünmeye başladım ve kalkmak üzere olduğum sandalyeme son bir hamle ile daha oturup günün sloganını yazdım:

Şiirleri haykırışlarımızdan sakınmayalım. Çünkü güçlü nefeslere en çok onların ihtiyacı var!

(Tribünlere oynamak böyle bir şey olsa gerek...)

Kış 05

Cumartesi, Kasım 19, 2005

Taşınmıyorum!!.. En baştan yerleşiyorum..


Buraya hiçbir şey taşımıyorum.. Herşeyi yeni baştan oluşturuyorum ve yine baştan başlamayı istiyorum. İnternette sabıkam var tabi, yok değil. Ama "zaman aşımı"ndan terk...
Amacım ne buradan bir şeyler anlatmak ne de göstermek. .
Peki neden o zaman?
Bilmiyorum, heves işte..

Onur Berk
19 Kasım 05