“Divana uzanıp da bir roman okumaktan daha hoş bir şey olmaz” demiş geçen yüzyılın epik yazarlarından biri durgun ve sakin anlar bekleyen metinler için. Walter Benjamin ise bunun üzerine epik tiyatroyu incelerken karşılaştığı bu söz üzerine şu yorumu yapmış: “Bu söz edebi bir eserin okuyucusunu ne denli gevşetebileceğini ortaya koyar. Dramatik bir gösterinin izleyicisini ise tam tersi bir biçimde canlandırırız gözümüzde. Varlığının tüm hücreleriyle bir süreci yoğun olarak izleyen bir kişidir söz konusu olan”. Zaten şöylece bi dönüp kendimize bakacak olursak bu metinler için durgun ve sakin bir anı bekleyenin bizler olduğu gün gibi açıktır. Ayrıca bu eleştriye Brechtyen düşüncenin bir cümlesi olarak bakmaktan çok, tiyatral ögelerin düşünce üzerinde yarattığı değişimi göstermesi açısından yaklaşmak daha doğru sayılabilir.
Ben de oturdum nedense bu işi dert edindim. Başladım düşüncelerimi geliştirmeye, düşündükçe şiirsel olan herşey doğrultusunda ilerlemeye. Açıkçası metinlerden pek öteye gitmedim şimdilik. Şiirselliğin bu kavramın önemli bir argümanı olduğunu, hatta vazgeçilmezliğinin açıklığı beni dayanılmazca bağladı bu konuya. Artık görmek istediğim ilk şey, şiirleri biraz daha hissetmek için onun kendi tutsaklığından kurtarılması ve hayata biraz daha yakınlaştırılması oldu. Peki ya şu anki durum nedir ki bir tutsaklıktan bahsediyorsun dersen.. sanırım artık şiirlerin gitgide daha sessizleştiğini ve bireyselleştiğini düşünüyorum.
Oysa şiir haykırmaktır! (Bunu da hatırlıyorum).
Dizeler nasıl olup de alt alta, üst üste tomarla kağıt yığınları arasında sıkışmışken, metinlerdeki hapsolmuş sesleriyle haykıracaklar?
Biz onları açmadan onlar bizi nasıl açacaklar?
Hangi geometrik şekle sahip olursa olsun, bu ahenk dolu öyküleri ilelebet kağıtların tekdüze ve beyaz yorgunluğuna göz göre göre terk edebilir miyiz? Bence hayır. Eğer oturur, kalkamaz bir yorgunlukta kalıyorlarsa da temel etken tamamen onların türü ya da şekli değil sanırım. Bir açıdan da sorun okuyucunun (bazen tüketicinin) kabullenme şekli. Gündelik hayatın akış hızı ise bunun en büyük destekçisi. İnsanlar birbirlerine ne kadar şiir okuyorlar artık? Onlara bir ses, bir nefes vermekten kaçınır oldu kağıtları, kitapları olduğu gibi kabullendikten sonra. Cesaretimiz azaldı ve bizim cesaretimiz azaldıkça şiirlerin melankolisi arttı. Zamanla “birey”e hitap eder oldu. Hatta bireyin bile özel zamanlarına..Öyle ki şiirler de kendi ortamlarını yaratmakla mükellef oldular. Sonra her şey "özel"ce şekillendi.
“Ölü Ozanlar Derneği”ni izledikten sonra kaç kişi oradaki paylaşım tutkusunu hissetmiştir fakat kaçımız bunu hayata geçirebilmişizdir? Düşlerimizin dönüşemediği toplu bozgunlardan korkmuşuzdur hep. Fakat işler böyle olunca herkes bu bozgunları kendi payına yaşamaya başlıyor ve inançsızlık bu çıkmazın hem güçlü bir sebebi hem de makus sonucu oluyor.
Sahnedeki şiir açlığının giderek hissedilmesi, şiirin tek başına sahnelemeyeceğinin bir tabuya doğru gidişi ile sonuçlanmaya gebe bir durum. Ben bu durumu bir “sanatsal tür” sorunsalında düşünüyorum ve "isimlendirmek" eylemine uzak kalmayı tercih ederek düşüncemi sonuçlandırıyorum. Çünkü isimlendirmek veya karşılaştığımız herhangi bir şeyi tanımlama konusunda harcadığımız çaba, bırakalım tiyatro, müzik ya da edebiyat ayırdını, kendi içinde bile türleşmemiş şeylere zamanla izin vermez hale geliyor. Mesela yazılar için uygun yerler bulma hassasiyeti gibi.. Sanki sanat bir dükkan(!) ve içinde her yazılanın gidip yerini bulduğu bir çok raf var. Bir mekan tanımlanması olarak bu raflar bazen beyaz sayfalar, kimi zaman sahne, ama ne yazık ki çoğu zaman TV ekranı oluyor.
Bir isyan cümlesi değil ama sanatın artık hep belirli kalıplarda düşünülmesi, artık yenemediğimiz bir dürtünün sonucu gibi geliyor bana. Çünkü tüketim bizler için oldukça cazip ve “isimlendirmek”, varolan seçenekleri çoğaltmak adına çok iş yapan bir edim iken bunlardan hiç haberimiz yokmuş gibi yaşamak bir o kadar komik kalıyor.
Peki şimdi tam böyle kısır bir ortamda sanatsal üretimin sıkışık tanımlarla hapsedildiğini kabullenmişken birileri çıkıp, sanatta bir “harmanlama” teşebbüsünde bulunarak "özgünlük"e ulaştığını ilan ederse buna ne denir? Ustalık mı? Kurnazlık mı?
Yani bu kadar kolay olan neydi de bir anda özgün bir fark yakalanabiliyordu? Sanatta kendi elimizle isimlendirdiğimiz farklı disiplinleri bir arada kullanmak "özgünlük"ün göstergesi olmaya yeterli miydi? Bu ayrımı yapan da biz değil miydik en başta, şimdi de bundan kurnazca yararlanıyoruz!
Hani oturup dert edinmiştim ya bu meseleyi. Sonunda: Düşünce sınırlarını kaldırıp, “sanatta harmanlama” sloganına kapılmak yerine içten geleni kalıplara, normlara takılmadan söylemeli insan. dedim ve işin içinden çıktım. (biraz da sıkıldım, ondan)
Şiir metinlerine hapsedilmiş ses kavramı da bu metaforu doğrular cinsten oldu böylece. Bu yüzden tiyatroda şiir estetiğinin daha fazla hesaba katılmasının ya da en azından bunun hatırlatılması konusundaki ısrarcılığının gerekli olduğunu düşünmeye başladım ve kalkmak üzere olduğum sandalyeme son bir hamle ile daha oturup günün sloganını yazdım:
Şiirleri haykırışlarımızdan sakınmayalım. Çünkü güçlü nefeslere en çok onların ihtiyacı var!
(Tribünlere oynamak böyle bir şey olsa gerek...)
Kış 05