Cumartesi, Mart 25, 2006

Biz, hepimiz..

Kırıldık..
Ben, onlar ve biz..
Tam olarak kimler olduğunu şimdi hatırlayamıyorum ama biz,
aslında birkaç kişiyiz.
Yuvarlak bir masamız var, etrafına da sığabilecek kadar çok şovalyemiz..
Şu anda dört bi yana dağılmışız, ara sıra toplanıp içinden çıkılmaz karman şekillerle çorman yumaklar oluşturuyoruz. Bunu da çok seviyoruz ve hep yapıyoruz, sanırım yapacağız da..
Zor mu? Yok, pek zor olmuyor. Ya da artık alıştığımızdan mıdır, birbirimizi çok kabullendik.. Aramaya bile gerek kalmadan dilediğimiz an birbirimizin yanıbaşında bitiveriyoruz. Üzülen ben, gururlanan ben, öfkelenen ben, şikayetçiben, acıyanben, özleyenben, yetişemeyenben, yenişemeyenben, bekleyenben, bilenben(neyi?) onu işteben(anlarsın), boşuna beklediğiniben, pekiben, anladımben ve bunların ikinci ve üçüncü kuşaktan ahbapları aslında birbirimizi çok seviyoruz. Ya da artık alıştığımızdan mıdır, bunu pek sorgulamıyoruz..
Fakat son toplantılarımızda giderek artan gerilimi günbegün hissettikçe, bunun için endişe etmekten kendimizi alamıyoruz. Bekleyenben her zamankinden daha hassas, gururluben ise daha stresli.. keza özleyenben pek ciddiye alınmadığını söyledi geçenlerde.. manyak!.. dediğine göre artık ona inanmıyormuşuz. Ya da inananmak istemiyormuşuz. Dinledik, sustuk. Düşündük tabi. Peki ben ne yaptım? Onu kovdum! Daha fazla bu adamı dinlemek istemedim. Sinir etti beni. Hemen, bir anda çıkıverdi bu kelimeler ağzımdan..Çıkınca da koşturdular bomboş yolda, şak! diye vurdular özlemi böğründen. Bütün bunları "pekiben" gibi söyledim kararlı, hafif sertçe. Bakışları vardır bilmezsiniz.. anidir, keskindir. Dedim ya biz alıştık birbirimize, biliriz kimin ne zaman hangi numarayı çekeceğini. O da bildi, ve sırf bu yüzden etkilenmedi..ya da etkilenmiyor gibi yaptı. Ama banane canım, orasını da kendisi düşünsün artık.
Herkesin bu huzursuzluğu devam ettikçe toplantıların ertlenebileceği konuşuluyor artık benim aramda.. "biz"im aramızda.. Ama bi saniye!
Yahu aramızda "ben"in "biz"in lafı mı olur?
Nasıl başladığımı unuttum sanırım, en başta "biz aslında birkaç kişiyiz" derken işlerin bu noktaya varabileceğini düşünmüyordum. Düşünmüyorduk yani..çünkü yine dedim ya biz bunu seviyoruz. Karmanız biz, en açık ve net halimizde çormanız..
(aslında bana sorarsanız, bu sıralar herkes azıttı, tek amaçları kendilerine kariyer yapmak.. Budur bütün gürültünün nedeni. İçinde bulunduğumuz güvensizlik ortamında geleceklerinden endişe etmeye başladılar. Kutsal şovalyeler masasının krize girdiğini düşünüyorlar..ehhehe...gelip bi görseniz şu an benim olduğum yerden, hepsinin(hepimizin) suratı bi karış, oturup ağlayacaklar neredeyse(beni de çağırdılar da ben gitmedim), hala asılsız sansasyonlar yaratıp ön plana çıkmaya çalışıyorlar)

Ama şu var ki, biz aslında ağlasak da sızlasak da şovalyeliği bırakmak niyetinde değiliz. Kimimiz aldı başını gitti onunla, orada kalmak istediğini söyledi, kimimiz "savaşalım yoksa gidip bir sivil toplum kuruluşuna üye oluruz, davamızı da orada devam ettiririz" filan dedi..kimimiz "oğlum osman.. " dedi; gerisini dinlemedim (en tehlikelileri bunlar, hemen kabulleniyorlar) . Ama hiçbiri de şovalyeliği bırakamadı, hala mailleşiyoruz.. Konuştuk geçenlerde, bir gün toplanıcaz eski arkadaşlar olarak.. Yad edicez eski günleri... Kimbilir belki yine eskisi gibi olabilir herşey..belki halı saha maçı bile...............

Pazartesi, Mart 13, 2006

oluyor işte..

Hayatın her döneminde bir şekilde oluşturulan odaklara (nasıl ve neden olduğunu bilmiyorum, ama hep oluşuyor işte, ihtiyaç mıdır alışkanlık mıdır anlamadım) bazen öylesine hassaslaşılıyor ki, böyle zamanlarda bu hassas bölgeden gelen davranışlar, insanı bazen iki büklüm bırakıyor.. Hatta bu davranışlar daha oluşturulmadan karşıdaki bu “odakalışkanlığı olanadam” kendine göre bir şeyler anlamaya, bundan bazı çıkarımlar yapmaya başlıyor..Alınıyor.. Sıkılıyor.. Yahu bi dursana! Duramaz…Dursa ne yapacak ki? Elinden bir şey gelmez..Sormak, konuşmak, konuşturmak, gülmek, gülümsetmek, bakışmak…işe yaramadığında da gerçekten kendini ne yapsa yaranamaz hissetmek..’lerle boğuşuyordur artık..
Ve böylece işte yine yürümek istemeyeceğin yollar başlıyor..Ne yapacağını şaşırıyorsun, içine neden olduğunu bilmediğin bir suçluluk duygusu LÖK! diye oturuveriyor..(Bu gerçekten ünlem gibi aniden oluyor ve içindeki bu enkazı kaldırmak en az birkaç gün sürüyor). Yolda en önde tek başına yürüyenlerin yalnızlığından, şuursuzca (ya da bile bile) sürekli bir yerlere yetişmeye çalışanların yaşadığı anlamsızlıktan hep kendini sorumlu tutuyorsun.. Ve sonunda bu üstüne nasıl yapıştığını hatırlamadığın duyguyla yapıp yapabileceğin tek şey, o her şeyin yabancısına dönüştüğün ortamdan bir an önce çıkıp gitmek oluyor... “Olsun, yine de bir yol var” diyorsun!. Yok ki… Tam bir çıkış (nereye çıkar bu yol bilmem, kimseye de soramam) bulmuş olduğunu hissederken maalesef kendi üzerinden travmalar geçirmeye başladığın bu ortamı bile terk etme hakkını bulamayan.. yani bunu bile yapamayan bir insana dönüştüğünü gördüğünde ve tamamen edilgenleşen, tamamen kırılganlaşan ruhunu kendin bile taşımak istemediğin an… hiçbir zaman çıkıp gidemeyeceğini, vefakat artık kalamayacağını da anladığından, sokaktaki alelade aptallardan biri olmak en büyük arzun oluyor.. Aman… sanki çok zekiymişim gibi..hadi be sende! Aptal!
Bilemem hep böyle mi olurum, istemeden sahte gülücüklerle sonuçlanan süreçler mi yaratırım? Yoksa ben de sebepsiz susanları, başka yerlere gitmek isteyenleri sırf o aradıkları huzur uğruna anlayışla karşılayabilen bir insan olabilir miyim?
Hadi bakalım...